Gözle Görülmeyen Tehlike

Benlik değerinizi neyle sınıyorsunuz? Mükemmellikle mi, üstün olma çabasıyla mı, her şeyi yoluna sokma telaşıyla mı, öfkeyle mi, herkesin sizi sevmesiyle mi, fedakârlıkla mı? Zamanı ve insanları kontrol etmek zorunluluğuyla mı yoksa? Ne kadar da yırtıcı…

İlkel yaşamdan sıyrıldığımızdan beri, nelerden kaçmamız ve nelere sığınmamız gerektiği konusunda derin bir beceriksizlik gösteriyoruz. Bir zamanlar vahşi hayvanlardan kaçarak ve fırtınadan korkarak hayatta kalabilmeyi başarabilmiş insanoğlu, tüm bunlardan korunmayı başardıktan sonra, başka korku ve kaygılar geliştirmiş kendine.

Belli ki, atalarımız gibi yırtıcı hayvanlardan kaçmak zorunda kalmayınca ve şimşeklerden korkmamıza gerek kalmadığını anlayınca, en temel kaçma ve korkma güdülerimiz kendine yeni nesneler bulmaya çalıştı. Gözle görülmez tehlikeleri kim soktu peki hayatlarımıza?

Vahşi doğa ve hayatta kalma mücadelemizin yerine, terk edilmek, başarısızlık, mükemmel olamamak ne zaman insanlık için bir sınav haline geldi?

Yüzyıllarca önce stres; aniden karşılaştığımız tehlike sinyalleri karşısında verdiğimiz çok doğal bir tepkiydi. Bizi korudu ve geliştirdi hatta. Vücudumuza yayılan adrenalin sayesinde ayakta kaldık, savaştık, var olduk. Ölmekten kurtulduk. Stresin fizyolojik faydaları sayesinde, sosyalleştik, bir araya geldik, modernleştik. Günümüzdeyse koşullar değişti ve insanlar kendilerine yeni yırtıcılar bulmaya başladı. İnsanlığın gelişmesinde büyük katkılar sağlamış stres hormonları, günümüzde yerini ülsere, cilt hastalıklarına, baş ağrılarına bırakmaya başlamış, biz nerede hata yaptık?
Ne acıdır ki, bu yırtıcıları kendi içimizde besledik, büyüttük. Şimdi de kendi kendimizle savaşmak zorundayız. İnsan kendini kendinden, kendi zihninden korumak zorunda…

Trafik mi stres kaynağı, zamansızlık mı, işler yetişmezse mükemmeli yakalayamayacak olmak korkusu mu? Bankalar mı stres kaynağı, doyumsuzluğumuz mu, plansızlığımız mı? Patron mu stres kaynağı, başarısızlık düşüncesi mi, başaramazsak değer görmeyeceğimiz düşüncesi mi?

Doğru soruları sormazsak, doğru yanıtlara ulaşamayacağız belli ki…

Stres, hayatın ani zorlamaları karşısında doğru adımları atabilmek için, konsantrasyonu sağlayabilmek için, hızımızı arttırabilmek için, kaslarımızı kuvvetlendirebilmek için metabolizmamızı hızlandıran fizyolojik ve psikolojik bir koruyucu olmaktan çıkıp, gücümüzü tüketen yaşamsal bir döngü haline geldi.
Nesnesi olmayan bir cümlede, kendi öznelliğimize kendimizce yüklemler bulmak zorunda kaldık. Stresin bir suçu yok. Kaygılarımızın, korkularımızın, başarı odağımızın, benlik değerimizi neyle sınadığımızın hikâyesi bu… Sorulması gereken doğru soru da bu:
Benlik değerinizi neyle sınıyorsunuz? Mükemmellikle mi, üstün olma çabasıyla mı, her şeyi yoluna sokma telaşıyla mı, öfkeyle mi, herkesin sizi sevmesiyle mi, fedakârlıkla mı? Zamanı ve insanları kontrol etmek zorunluluğuyla mı yoksa? Ne kadar da yırtıcı…

Bir düşünün. Çocuğun okul başarısı stres kaynağınız. Oysa o sınavlara giren siz bile değilsiniz. Stresli bir olay olarak algılıyorsunuz çünkü çocuğunuzun mutlu olmak için başarılı olmak zorunda olduğuna inanıyorsunuz. Başarı için çok çalışmak zorunda. Sizin diğer ailelerden ne eksiğiniz var. Veli toplantısında herkesten düşük not aldığını öğrenirseniz rezil olacaksınız. Üstelik 40 kere anlatmanıza rağmen bir türlü ödevlerinin başına oturmayı bilmiyor bu çocuk. Sürekli yaptıklarını kontrol etmek zorunda kalıyorsunuz. Sizi strese boğan, çocuğunuzun okul başarısı değil, sistem de değil. Sizin okul başarısına yüklediğiniz anlam. Üstelik stres düzeyinizi yüksek tuttukça, bu ailenizin her ferdine de yansıyor ve işler her anlamda daha da sarpa sarıyor.

Düşünün… Kendinize verdiğiniz değeri neyle ölçtüğünüzü düşünün. ‘Çok stres oldum’ dediğiniz anları düşünün. Olaya yüklediğiniz anlamı düşünün. Olayla kendiniz arasında kurduğunuz bağı düşünün. Gerçekten elinizden hiçbir şey gelmiyor mu?